Adına ne zaman rastladım tam olarak bilemesem de 70’lerin ortaları olmalı. Okudukça hayran olup, onlar yüzünden gazeteci olmaya heveslendiğim yazarlarla buluştuğum zamanlar. Bir gün bile Türkiye’de durmayıp dünyayı dolaşan, sonra gördüklerini uzun uzun yazan Hikmet Feridun Es’e bayılıyorum. Yaşıma göre ağırdı yazdıkları ama Burhan Felek’i anlamaya çalışıyorum. Sonrası geliyor tabii, hala onlardan bir şeyler aldığıma inandığım büyük gazeteciler, yazarlar.
Bunlar arasında Hıfzı Bey de var. Yıllar sonra tanışıp “ağabey” deme onuruna eriştiğim büyük gazeteci yani. O zaman değilse bile sonradan anlayabildim mesleğine ne kadar tutkun olduğunu. Az rastlanır türden hem de. İstanbul Üniversitesi’nin yanı sıra Strasbourg Üniversitesi’nde hukuk okuyup gazetecilikte karar kılmak, ömrünün sonuna kadar bunda ısrar etmek ancak “delice bir tutku“yla mümkün olabilirmiş, bunu öğrendim zamanla. Strasbourg Üniversitesi’nde, o sıralar Türkiye’de geleceği olmayan bir meslek olarak görülen gazetecilik üzerine doktora da yapan, kariyerini bunun üzerine inşa eden biri olduğunu o zamanki aklımla anlayamazdım tabii.
Müthiş bir adam. Yazdıklarını zevkle okuyorum, kuşağımın diğer mensupları gibi. Bir de UNESCO’nun görevlisi olduğunu öğreniyorum ki o dönemin Türkiyesinde bu tür uluslararası kurumlarda görev almak erişilmez bir rüya hepimiz için. Onun gibi olmak istiyorum haliyle. Sonradan değişecek, çeşitlenecek hayallerimin içinde bu da var başlangıçta. Hıfzı Bey’in UNESCO’da “boş” olan bir göreve talip olup kabul edilmesinin, Türkiye’nin o sıralar dışarıda yoksul ama saygın bir ülke olarak görülmesiyle ilgisi olduğunu bilmiyordum o zamanlar.
Bir gazeteci heveslisi olarak rol modellerimden biriydi haliyle. Yıllarca yazdıklarını okudum, ama dizi, ama kitap. Hepsinden tat aldım. Şanslı olmalıyım ki Fikret Mualla, Nâzım Hikmet, Zekeriya Sertel, Abidin Dino ile yaptığı söyleşilerini okudum. General Nikolaos Trikoupis ile yaptığı röportajını okumadığıma yanarım.
Eski adı Yukarı Volta olan şimdiki Burkina Faso’ya radyoyu götüren kişidir Dr. Hıfzı Topuz. “Hepsi bir çadırda toplanıp radyo dinlerlerdi” diye yazdığı cümlesi kalmış aklımda. Bir de bu cümlesinin yer aldığı, UNESCO günlerini anlattığı yazı dizisinden aldığım tat. 70’li yıllardan kalma.
Zaman geçti, hayallerimin tümünü değil ama bir kısmını gerçekleştirebildim. Genç bir gazeteci olarak karşısına çıkabildim bu sayede. Ondan sonra hep Hıfzı Ağabey oldu o benim için. Gazeteciler Cemiyeti’nin yemeklerinde yanına gidip iki kelimenin belini kırmak, şimdi anlıyorum ki, mutlulukmuş.
Kimilerinin gözünde belki başka birşeydir ama kendisini sosyalist olarak tanıtırdı Hıfzı Ağabey. Sevgili ağabeyim Attila Özsever‘in yazısında rastladım şu sözlerine: “Sosyalist olmaktan mutluyum, gururluyum. Ben göremeyeceğim ama sosyalizm mutlaka gelecek”.
Paris’ten doktoralı olmak, UNESCO adına çalışmak onu emekçilerin dünyasından uzaklaştırmadı. Gazeteciler Sendikası’nın (önceki adı İstanbul Gazeteciler Sendikası’dır) kurucularındandır örneğin.
Yine Özsever’den öğrendim; devlet kontrol edebileceği bir sendika kurmalarını ister Hıfzı Ağabey’den arkadaşları İhsan Ada ile Burhan Arpad’dan. “Her şeyi yapın ama sakın komünistlik yapmayın“ diye öğüt verilen bu üç arkadaş hazırlar sendikanın tüzüğünü. Üçü de marksisttir oysa. Devlet, sendika tüzüğü nasıl hazırlanır bilen adam bulamamıştır ülkede.
Yanılmıyorum umarım, 60’ından sonra yazmaya başladı o muhteşem kitaplarını. Kitap fuarlarında yanına gitmeden önce bir süre uzaktan izlerdim bu devi. Bir insanın yüzüne gülümseme nasıl asılı kalır hala şaşarım.
En son yine bir cemiyet yemeğinde rastlamış, yanında birileri varken rahatsız etmeyeyim diye gitmemiştim.
Hayat ertelemeye gelmiyormuş. Anladım.
Size saygı, size sevgi Hıfzı Ağabey.
Minnettarım.